3 Ekim 2010 Pazar

Denek

Bedeni yüzüstü düşmüş
gözlerinden üzüntü düşmüş
ağzında yarım kalmış bir slogan ile
yatıyordu yerde
cepleri manifestolarla dolu
kahverengi gözleri sonbaharı
gözyaşları dökülen yaprakları andırıyordu.

Sürekli binbir türlü şey üzerine düşünür, binlerce yazı yazardı.
Amacı insanlara anlayış denen erdemi aktarmakdı, yani yıllarca bunun için uğraşmıştı rıfat.
çünkü herşeyden önce, bütün bilgilerden, en güzel sözlerden önce, çevresindekilerin birbirini anlamsını istiyordu.
sanki topluluk birbirini anlayınca, sorunların büyük bir bölümü çözülecekti, aslında biraz da anlaşılmak istiyordu.

Üzerinde, 'kabataş belediyesi' yazan bir çöp tenekesine tutunarak kalktı düştüğü yerden.
bir şeylerin tepesine çıkıp anlayış üzerine yazdığı bir iki şeyi mırıldanmak geçti ağzından... boşverdi.
'Nasıl olsa anlamayacaklar' dedi, 'Yada ben mi anlayışsız davranıyorum?' diye sordu kendine.
Fındıklı parkına geçmek için, trafik lambasında yürüyormuş gibi yapan yeşil adamı bekledi...
yedi sekiz saniye boyunca bekledi kıpırdamadan ve konvoy halinde geçmeye başladılar karşıya.
Kendi dahil çevresinde ki herkesi yürüyormuş gibi yapan yeşil adama benzetti.
Fındıklı parkına ulaştı sağ salim, bir 'Oh' çekti, arka cebine attı elini tarağını çıkarmak için, sonra vazgeçti, rüzgâr nasıl olsa bozacaktı saçlarını.

Bir sigara çıkardı ceketinin iç cebinden, ellerini siper etti kurşun gibi esen rüzgâra, sigarasını yaktı.
'Artık yazmayacağım' diye geçirdi içinden, yazsam da yazmasam da kimsenin değer gösterdiği yok dedi.
Bir midyeci gördü, yanında bir simitçi, çaylarını içen insanları gözledi, içi gıcırdadı, 'Değer kazanmak için değil, değer katmak için yazıyorum' dedi.
Hemen ardından yazmak için bir iki şey geldi aklına, gurur duydu daha demin söylediği güzel sözden, bu onu bir iki hafta idare ederdi.

Arka cebine attı elini, bir iki dişi kırık tarağını çıkardı, rüzgârın saçlarını bozacağını bile bile taradı saçlarını.
Rüzgâr herkesin saçını aynı anda bozdu...

8 Şubat 2010 Pazartesi

İki

Bütün iş yerinde ki en rahat koltuk onundu. Boynunu kıtlattı ismet, sonra teker teker parmaklarını, oturmaktan yorulan ayaklarını
baldırına doğru çekti, acı gibi birşey hissetti, ama keyif aldı bu rahatlatan acıdan.
Utangaç utangaç sırıtıp tavana bakarak, karısına ne hediye alacağını düşünüyordu, bir iki hediye geçti aklından...
”Bir değil bin hediye feda olsun bir tanemee...” diyerek boynunu kaşıdı.

O sırada başka bir adam kayıyordu karısına, ”yüzük parmağınla kayışımı okşa” dedi adam homurdanarak, sonra bir kahkaha attı ardından.
Karısı öptü adamı boynundan, dediğini yaptı...

İsmetin önüne evraklar geldi, hiç oflamadan doğruldu rahat koltuğunda, evrakları incelemeye başladı,
karısını pirensesler gibi yaşatmak için zevkle okudu her harfi.

O sırada ”Ihhhhh” diye bir ses yükseldi, adam bir yudum aldı şaraptan, yüzü ekşidi.
Karısı sakalını sildi adamın, ”Hadi bebeğim yorulmazsın sen” diyerek gülümsedi,
”Kocan mı sandın beni?” dedi, gülüştüler.
Yataktan halıya indiler, kocasıyla birlikte seçip beğenip aldıkları halıda ateşli tavşanlar gibi düzüşmeye devam ettiler.
Adam hayatında bozguna uğradığı her anın intikimını alır gibi düzüşüyordu kadınla, kadının da hoşuna gidiyordu bu durum.

Kafasını kaşıdı ismet, ”Bitti” dedi, hemen ceketinin iç cebine attı elini, telefonuyla yardımcısına karısına alacağı hediye için talimat verdi.
Karısının hediyeyi görünce yüzünde oluşacağı ifadeyi hayal etti zihninde, ”Ha” diye gülecek gibi oldu, ağzını kapattı eliyle, gözleri parladı.

İki etin birbirine çarpma sesi, duvarlara çarpıp geri dönüyordu odanın içinde.
Adam uzun bir çığlık attı, karısının saçını çekip kendine doğru eğdi, öptü dudağından.
Çıkardı kayışını ve boşaldı kadının dört bir yanına, götünden damla damla döl akıyordu halıya, olduğu yere yığıldı kadın,
elleriyle mayhoşca dağınık saçlarını geriye attı, ”Bebeğiiim”, ”Bebeğiiiimm” diye sayıkladı nefes nefese.
Adam bir öpücük kondurdu kadının boynuna, pantolununu giydi hızlıca, koşar adımlarla kapıdan dışarı çıktı.
Kadın yerde nefes nefese, rujunun yarısını adamın kayışında unutmuş sırıtıyordu...

İsmet açtı kapıyı elinde hediye ile, gözüne dökülmüş şarap kadehleri ve çıplak karısı çarptı, gözleri kocaman oldu aniden.
Önce hediye alacağımı öğrendi o da bana süpriz yapıyor diye düşündü, iyi de nereden öğrendi? dedi hızlıca, sonra yeni duş aldı herhalde dedi
binlerce düşünce geçti aklından bir iki saniyede. Karısı telaşla fırladı yerinden saçları dalgalanarak tuvalete koştu, kiltledi kapıyı,
peşinden koştu ismet, ”Hayatım neyin vaar?” diyerek yumrukladı kapıyı, ses gelmedi, devam etti yumruklamaya.
Ardından biri onun ismini söylemiş gibi arkasına döndü hızlıca, ilerledi, odadan içeri girdi, iki tane şarap kadehi vardı, elleri titriyordu ismetin, gözü halıda ki parlaklığa çarptı
uzun uzun baktı halıda ki döllere, odada ki ter kokusu ciğerlerini yaktı olduğu yere yığıldı ismet, hemen kalktı ardından, avına koşan kaplan gibi koştu tuvaletin kapısına doğru, kapının üzerine atlayıp
kırdı kapıyı, kafası musluğa çarptı, korkunç bir çığlık attı karısı götünde ki dölleri temizlemeye çalışırken, kan sızıyordu ismetin kafasından. belinden yere düşen silahına uzandı, aldı silahı, karısı koşarak çıkmaya çalıştı odadan.
Daha demin birbirine çarpan et seslerini yankılayan duvar silah sesini yankıladı bu sefer.
Kadın vurulduğunu sanıp dondu olduğu yerde, arkasını döndü, kocasının omzundan kan akıyordu hızlıca, ismet kalbine sıkmaya çalışıp başaramamıştı, omzuyla kalbinin ortasından vurmuştu kendini.
Kadın kocasına bakarak dondu heykel gibi, sonra koştu kocasına doğru, ismet anlamsızca boşluğa bakıyordu, nefesi yavaşlamıştı.
Kafasını karısına çevirdi yavaşca, gözünden bir damla yaş aktı, mermere doğru inen yaşı izledi kadın, yavaşça düştü yere, kafasını çevirdi başka bir yöne.
sürünerek kocasına ilerledi, titrek elini kurşun yarasının üstüne koydu ağlayarak, kocasının yanına uzandı, sarıldı ona, göz yaşları ismetin göğsüne düştü damla damla, göz yaşları kurşundan bile çok acıtıyordu ismeti.
”Seni çok seviyorum” dedi ismet son gücüyle, daha çok ağlamaya başladı kadın, ”Şşş ağlama, ben seni affettim” dedi ismet, ardından gözlerini yumdu karanlığa.
Kadın avcuna aldı silahı kanlı eliyle, kuşkusuzca kendi kafasına dayadı, çekti tetiği...
Birbirinin üzerin de iki boş kovan, birbirinin üzerinde iki dolu yürek.
Kan, döl ve gözyaşı birbirine karıştı...

28 Ocak 2010 Perşembe

Siyah ruj

Ellerim üşüyor, avuçlarım tıka basa kar dolu gibi...
yüzüm kıpkırmızı, yüzüm. yüzüm şömüneye dönük oturur gibi, kırmızı...

Kendime bile söyleyemiyorum.
Kendi yüzüme...
Aynada kendime bakamıyorum, tuvalete girerken başım öne eğik.
nerede ayna görsem başımı çeviriyorum süratle,
bu kelimeler...
çok zor söylemesi kendime.

Yüreğime bir fırtına, bir okyanus çılgınlığımı hakim olmalı,
yoksa fırtına öncesi sessizliğimi, bilemiyorum.
Ama ben susuyorum sadece, düşünmekten başım şişmiş,
alnım, sıcak zavallı alnım çaydanlık gibi pişmiş.

Daha sonra oturduğum yerden hızlıca kalkıp aynanın karşısına geçiyorum,
aynanın karşısında ki utançla bakıyor gözlerimin içine,
kendimi değil, sanki başka birini görüyorum aynada.
Yüzünü çeviriyor aynada ki, ben aynaya bakıyorum, onun sola doğru dönen başına.

“SEN, BİLİYOR MUSUN NEDENİNİ?“ diyorum aynadakine, utangaç,
başını iki yanına sallıyor, iki elinin arasına alıyor başını,
başlıyor ağlamaya...
“Ağlama“ diyorum, “ağlama sen benim için çok önemlisin“
Gözlerinden zorla çıkan bir iki damla yüzüne yapışmış, sırıtıyor sadece.

Kendime özür dileyip aynanın başından kalkıyorum.
Camı açıp gökyüzüne bakıyorum...
Gökyüzünde biraz ben varım, biraz köpek, biraz kedi var, azcık da sizden, birbirimize bakıyoruz gökyüzünden.

“BENİ ALDDATTIII“.
Bedenim ast üst oluyor, yere yığılıyorum dalgalanarak,
deniz dalgalanıyor halime korkarak.
başım betona çarpmış, zavallı bedenimin yarısı yumuşak halının üzerinde.
Bilincimin farkındayım ama kalkmıyorum yerden, kalkınca yeniden karşılaşacağım sorularla.
halının işlemeleri belimi kaşındırıyor hafiften, başımda inceden bir acı.

YERDE BAĞIRIYORUM BU SEFER, SESİMİN ÇIKTIĞI KADAR “BENİİİİİİİİİİ ALDDATIIIIII“
KAFAMI HAFİF KALDIRIP AYNAYA BAKIYORUM,
“NEREYE BAKIYORSUN AYNADA Kİ ZAVALLI ADAM, EVET SENİ ALDATTI, BİZİ, BENİ ALDATTII“



İntihar etmeden önce ki sözlerimdi bunlar, hani bedenimi bulmuşlardı,
bileğini kesmek yerine, bütün sol elini koparan, suçlu olan sağ elim, zavallı olan sol elim.
Zavallı olan benim.

İki ayrı şey bulmuşlardı eve girdiklerinde,
Bir el ve elin sahibi.
Nasıl da köle zincirlerini kırıp kurtulmuştu benden,
bana bunca yıl hizmet eden sol elim, özgürdü, benim gibi ölü... ama özgür.

İçeri girdiklerinde aynada ki bana bakıp ağlıyordu, çığlıklar atıyor çaresizce etrafına kesik bakışlar atıyordu.
Aynadan çıkıp beni kurtarmaya çalışmıştı ben kan kaybederken, “sağol“ demiştim ona, “seni çok seviyorum, sağol, bırak öleyim“

Cenazemde o“da vardı, belki sırf nezaketen katılmıştı cenazeme.
Siyah ruju hafif kaymıştı, belli ki gene onu öpmüştü buraya gelmeden önce.
“İki buçuk saat sonra hamburgercilerin önünde buluşuruz“

Birbirimize sarılıp uyurken, “Beni sakın bırakma... sakın“ diye fısıldamıştı ben uyuyorum sanıp.
birden aklıma geldi...
Beni delicesine severken, şimdi cenazemde kendini sıkıyordu yalancıktan ağlamak için,
Siyah ruju pişkin pişkin sırıtırken sol elime...

8 Aralık 2009 Salı

Dalgalar

Vapura biner binmez gözüme çarptı.
Olduğum yere çivilendim, arkamda bekleyen insanlar ters ters baktığından ilerlerdim.
Ve kendime uygun bir yer buldum.
Sabırsızlık içinde bir daha görmek istiyordum o güzelliği.
İnsanların arasından, onu bakmaya çalıştım.
Sonra farkında olmadan, istem dışı ayağı kalktım.
Kendime hayret ettim, ayaklarım nasıl bir oyun oynuyordu bana.
Yürümeye başladı ayaklarım, onun yüzünü görebileceğim bir yere kadar, ve pozisyonumu aldım.
Direkt olarak ona bakıyordu gözlerim.
Öyle bir güzellikdeydi ki, sanırım hiç bir şiir onu anlatamazdı.
Hiç bir sözcük betimleyemezdi böyle güzelliği.
Denizi seyrediyordu, göz kapakları sonuna kadar açılmış, meraklıydı, ve korkuyordu dalgalardan.
Dalgalar birbirinin üzerinden atlarken, gözleri kocaman açılmış onları izliyordu.
Ben sadece kendimden geçmiş ona bakıyordum.
Ve ona bakarken bütün hazları alıyordum, zaferi, coşkuyu, sarhoşluğu, yenilgiyi.
Kendi kendime 'Ne kadar güzel, ne kadar güzel' diyordum.
Onun hipnotize eden güzelliği, ne kadar çirkin olduğumu hatırlattı bana.
'Sen ise ne kadar çirkinsin' dedim kendi kendime.
Bir yandan ona bakarak kendime hakaretler, küfürler ediyordum.
Ala bildiğine karanlık, kara bir geceydi.
Fakat hiç bir gölge engelleyemezdi onu görmemi.
Şehirin ışığı dalgalara, dalgalardan gözlerine yansıyordu.
Gözlerinin için de minnacık bir parıltıydı, elmas gibi!
Cesaretimi toplayıp onun yanına oturmalıydım.
Kaşım gözüm benden bağımsız oynuyordu.
Bütün bedenim kaskatı kesilmişti.
Kirpiklerim birbirine çarparak gözlerimi acıtıyordu.
Ve sonra birden bire, 'Bayan, üşüyorum, kolunuza girebilir miyim?' dedim, kendi kendime küfür ettim sonra.
Bana döndürdü dalgalardan korkan iri gözlerini, gülümsedi.
'Olur' dedi minnacık sesiyle.
Elim ayağıma dolandı, ne yapıcağımı bilemedim, süratle yanına oturup koluna girdim.
Bu sefer iri gözleri gülümseyerek korkuyordu dalgalardan.
Bense heyecanlıydım, avuçlarım terliyordu, miğdem bulanmıştı, dalga sesleri başımı ağrıtıyordu, gözlerim sağa sola dönüyordu, bir deli gibi anlamsız anlamsız bakıyordum çevremdekilere.
Yüzüm domates gibi kırmızı olmuştu, kıyafetlerim bana dar geliyordu, koskoca vapur beni sıkıştırmaya çalışıyordu, nefesim hızlanmıştı.
Ve sonra nefesimi düzelttim o duymasın diye.
Fakat duymuştu nefesimin hızını, camdan bakarak kocaman gülümsedi ses çıkarmadan. Elimi tuttu.
İçimde karınca sürüleri gezdi o anda.
Yanağımı yanağına dayadım, ikimizde sıcacıktık.
Gözlerimiz iri bir şekilde, denizi seyrediyorduk, dalgalardan korkarak...

4 Aralık 2009 Cuma

Sis

Geceydi, işte gece dediğin böyle olur! dedirtebilecek kadar has bir geceydi.
Hava da sis vardı, ve bu sis arkasındakini göremediğimizden merak duyduğumuz için
bize çekici ve bir o kadar da kirli geliyordu.
Sis denizin üzerinde tek başına gezerken, denizin yanında ki bir lokanta da bir edebiyat toplantısı vardı.
Şairler rakılarını yudumluyordu, hoş ve neşeli bir sohbet tatlı bir motifti masalarda.
Bütün mekan bir anason tanrısının yarattığı kadar çekiciydi.
Her yer içmeyenler için leş gibi içenler için mis gibi anason kokuyordu.
Masalar da oturan şairlerin, bilim adamlarının, öğretmenlerin tavırları o kadar soğuktu ki sıcak olanlar üşüyordu.
Konuşmaları, kendine olan güvenlerinden yapılmış bir esans kokusuydu bütün mekanı kaplayan
ve soğukdu tene sıkıldığı zaman üşüten. Anason tanrısı gülümsedi şairlere, toplantının sunucusu ''Türkiyenin yaşayan en iyi şairlerinden birini davet ediyorum sahneye'' dedi.
Ve herkes bir sustu, rakılarını masaya bıraktılar, şairi dinlemeye koyuldular.
Şair sahnede, ''Arkadaşlar sessiz olurmusunuz ?'' Dedi ardından ''Aşk iki kişilikdir diye bir şiirimi okuyacağım'' dedi.
Ve yan masalardan bir gülüşme koptu, şair mikrofona doğruldu ve ''Aşkın iki kişilik olması size çok mu komik geldi?'' diye bir soru yöneltti, ve gülüşmenin geldiği yerde, anason kokusu hariç hiç bir varlık yok gibi geldi şairin gözüne, o bölgede ki sesler kesildi.
Şair; ''Lütfen masalara yapan servisleri durdururmusunuz? ve lütfen siz de biraz sessiz olur musunuz?'' dedi haklı ve geçmişden bu yana duyulan ismine dayanarak.
Ardından servisler durdu, insanlar bir baskı altın da sessizleştiler ve hiç biri ''Bu adam okuduğu şiirin güzelliği ile okuyuşun da ki ikna ediciliği ile bizi sustursun, sus diyerek değil!'' demedi.
Şair ilk şiirini okuyordu heyecanla, belki de göstermelik bir heyecanla.
Şiir bitti ve eller kızarana kadar alkışladı herkes. İkinci şiire geçiyorum dedi şair,bu esnada hikâyenin anlatıcısının gözüne, o sis'e rağmen, küçücük kayığı ile elinde tek bir el feneriyle ilerleyen bir kaptan gözüktü mekanın saydam camlarından.
Hikâyenin anlatıcısı ayağı kalktı, ayağı kalkınca fısıldamalar ve yuhalamalar oldu.
Anlatıcı daha yakından görmek için kayığı mekandan dışarı çıktı.
-Hikâyenin mekan içinde olan bütünlüğü bozuldu.
Anlatıcının gözüne, tek başına bir kayığı yöneten kaptan daha ilginç gözüktü.
Oturup park görevlileri ile kayığı seyir etti. Kaptanın elinde ki fener, sisin yardımı ile yok oldu.
Anlatıcı içeri girdi yeniden.
-Hikâyenin mekan içinde olan bütünlüğü devam ediyor
Kendi masasına doğru ilerlerken pis pis baktı herkes, sandalyesini geriye çekti, ardından oturdu ve rakısından bir yudum aldı.
Ardından toplantının sunucusu; ''Evet çok büyük bir isim dinledik, şimdi de organizasyonumuzun genç isimlerinden biri nâzım hikmetin şiirlerinden birini okuyacak'' dedi.
Sunucu tam ''Genç'' derken, herkes mezelerinden birer parça attı ağızlarına.
Genç, ürkek bir ceylan gibi adımlar atarak sahneye çıktı, mikrofonu eline aldı, herkese bir baktı ve yutkundu ardından.
''Bu güzel gecede hiç nâzım hikmet şiiri okunmadığından, ben de nâzım hikmet şiiri okuyacağaım'' dedi genç, ve yeniden yutkundu.
Nâzım hikmet duyulunca ortam da, bir fısıltı oldu ardından hoş bir gülümseme ikinci bir motif oldu masalara.
Genç ''İzin verirseniz'' dedi, ardından fısıltılar kesildi.
Okumaya başladı genç, her cümleyi tek tek heceleyerek, o kadar kötü okuyordu ki şairlere göre, herkes farklı jestlerle belli ettiler bu durumu.
''Olur mu canım ben daha güzel okurum!'' İfadesi ile pis pis sırıttı bütün şairler. Genç şiirini okuyordu he ce le ye, he ce le ye, o kadar kötü geliyordu ki bu durum insanlara, herkes konuşmaya başladı yanında ki ile.
Genç hiç kimseye aldırmayıp sesini daha yükselterek şiirini okuyordu, bu sefer insanlar daha çok yükseltiyordu sesini!
Daha da yükseltti sesini genç, o kadar inanıyordu ki okuduğu şiire, gözü ezberinde ki harflerden başka birşey görmüyordu.
Harfler akıp gidiyordu gözlerinin önünden, bir yandan iğrenç bir gürültü, bir yandan da mekanda uçuşan harfler vardı.
Genç şiirini bitirdi, nezâketen ufak bir alkış aldı ardından yerine oturdu, gözlerinde hala o inancın ışığı yanıyordu.
Ardından rakılar yudumlandı, oyun havası çaldı müzisyenler, herkes çıkıp dans etti, ama genç oturuyordu yerinde, gözlerinde hala o inancın ışığı yanıyordu.

24 Kasım 2009 Salı

Patron


Yürüyordum etrafıma bakarak, koridorların sıvası açılmıştı, kenar köşeler de birikmiş pislikler insanların iziydi.
Heyecanla tahta kapıyı açtım, iki kız birbiriyle konuşuyordu, kapının açılma sesiyle bana baktılar direkt, çivilendim olduğum yere.
''Üff, nazlı hemen geliyorum'' dedi kadınlardan biri, ''Gel bakalım ufaklık'' dedi, takip ettim onu, kapıyı açtı ''E hadi içeri girsene'' dedi, önce duraksadım sonra içeri girdim.
''Soyunsana ne bekliyorsun'' diyerek üstünü çıkardı, ''Tamam abla'' dedim, kilodunu çıkararak ''Ablanı mı sikeceksin sen?'', gülümsedim sadece.
Soyunmuştum ve çok çıplak hissediyordum kendimi, günümü geçirdiğim kıyafetler yerde boşalmamı bekliyordu, ''Ufaklık gördündüğün kadar ufaklık değilmişsin'' diyerek beni kolumdan tutup yatağa çekti.
Yorganla örttü üstümü, sonra solun da ki müzik setinin 'Play' tuşuna bastı, müzik önce yavaşdı, galiba herkese aynı senfoniyi dinletiyordu, kadın işini biliyordu!
Üzerimden yorganı çekti ve üzerime çıktı. Ben günün yorgunluğunu yorgunlukla atıyordum, o para kazanıyordu, ''MÜZİĞİN RİTMİNE UY'' diye bağırdı birden.
Şaşırdım önce, sonra müziğin ritmiyle devam ettik...
Derdi para değilmiş gibi, zevk almaya bakıyordu o da, müzik hızlandı giderek ben de hızlandım müzikle, müzik yavaşladı ben de yavaşladım, ''Hiç böyle denememiştim'' dedim, gülümsedi sadece, sol koluyla müziğin sesini açtı.
Müziğin ritmini kaçırdığım da direkt anlıyordu, ''MÜZİĞİN RİTMİNE UY'' diye bağırıyordu bana, ben de her seferinde kendimi toparlayıp müziğe bırakıyordum kendimi.
Bir yanda da aklımdan geçiriyordum, 'parayı veren patron benim, ama o bana patronluk yapıyor, yoksa müzik mi bana patronluk yapıyor?' düşünceleriyle tam boşalacakken boşalamıyordum, birden müzik hızlandı kadın sol koluyla sonuna kadar açtı sesi,
Ben müziğin ritminde de hızlıydım, ''Seni seviyorum'', ''Seni seviyorum'' diyerek saçları dalgalanıyordu, iyice şaşırdım, bir fahişe den bu sözleri beklemiyordum doğrusu, beni çok tahrik etti ve boşaldım, müziği kıstı üzerime yattı.
Ne yapıcağımı bilemediğimden kıpırdamadım, bana sarıldı gözlerini kapattı ve dondu kaldı öyle, ben de ona sarıldım yorganla kapattım üstümüzü, kendime yakıştaramasam da bir fahişeyle uyuyordum?
onunla uyumak dan rahatsız da olmuyorum, hatta hoşuma bile gidiyor denebilir, ama neden kendime yakıştıramıyorum? derken sızdım bende, üst üste uyuyorduk, çırılçıplak.
terlerimiz birbirine karıştı, mükemmel bir karışım oldu, saçları beni boğuyordu ama müsâde ediyordum, çünkü hoşuma gidiyordu, nefesi boynumu yakıyordu!
Bir fahişeden etkilenmek üzereydim, ama kendime yakıştıramadım... Çok düşündüm ve neden kendime yakıştıramadığımı da bulamadım.
Aradan zaman geçti uyurken, ve üzerimde bir soğukluk hissedip uyandım, hala üzerimde uyuyordu mışıl mışıl, ama çok eskisi kadar sıcak değildi.
Gerçekten eve gitmem gerekiyordu usulca ittim üzerimden, sırt üstü yatağa uzandı, önce kıyamadım sonra öperek uyandırmaya çalıştım, her öpüşüm de dudağımı buz'a dayıyordum adeta, uyanmıyordu bi türlü!
Sonra korkup nabzını yokladım, nabzı atmıyordu, parmağımla göz kapağını kaldırdım gözü kıpırdamadan öylece duruyordu hemen korkuyla kendimi yataktan yere attım, TIK TIK ''SEDA İÇERDEMİSİN?''...

3 Nisan 2009 Cuma

Baldar


Koca dağın tepesinde baldar, kör olduğu için tanrılara lanetler, küfürler yağdırıyordu.
Üzerine okyanus boşalırmışcasına yağan yağmura ve deli gibi çakan şimşeklere aldırmadan ''NE OLACAĞI VARSA OLSUN KAHPE TANRILAR YAKIN KÖMÜR EDİN BENİ!''
diye haykırıyordu. İri boğazından çıkan gür sesi karşıda ki dağ'a çarpıp geri dönüyordu.Kasırganın uğultusu o kadar güçlüydü ki kulakları sağır ediyordu, ağaçları köklerinden söküp sürüklüyordu.
Baldar kuvvetli bacaklarıyla toprağa sımsıkı sarıldı ama tanrıların önünde eğilmedi. ''SİZE SESLENİYORUM EY ALÇAK TANRILAR BOYUN EYMEM SİZE DUALARIMI KABUL ETMEDİNİZ GÖZLERİMİ AÇMADINIZ BENDE SİZİN KULLARINIZ ALIRIM!''
diyerek, toprağa delice bir güçle sapladığı baltasını, aynı güçle yerinden söküp köye doğru yola koyuldu. En az bir ayı kadar iri olan kolları, bacakları şimşeğin ışığı ile parlıyordu.
Gözleri göremesede, bir kaplan kadar narin kulakları vardı.Örülmüş gür saçlarını ve sakallarını rüzgâr sağına savuruyordu.
Köye naralar atarak girdi, kadınlar çığlıklar içinde kaçtılar, erkekler silahlarına sarıldı ama ne fayda!
Duyduğu her sese doğru var gücüyle baltasını savuruyordu, baltası kalkanları,zırhları ikiye ayırıyordu. Balta bir insana geldiğinde hali kopan kalkanlarla aynı oluyordu.
Uzun bir süre böyle dövüştükten sonra, çığlıkların yerini inlemeler aldı.Daha sonra inlemelerde kesildi.
Gecenin soğuğu yerini bütün vücudunu boyayan sıcak kana devretmişti. Evin birinden acıyla dolu bir gülme sesi geliyordu, baldar kafasını hemen sesin geldiği yöne çevirdi.
Yavaş yavaş eve doğru yürüdü, ve aniden baltayla kapıyı yarıp içeri girdi gülme sesinin geldiği yere baltasını savurdu, gülme sesi kesildi ve kırılan tahtaların sesini duydu.
Kocaman adam olduğu yere yığıldı, kırılan tahtanın sesi ve gülme sesi birbirini tekrar etti. Baldarın öyle başı ağrıyordu ki beyni yerinden çıkacak gibiydi, o acı gülme sesi sonsuza dek kulaklarından eksilmedi.